BİTLİ

                                                   

Bana gönül koydu Müzeyyen Abla, darıldı. Çok üzmüşüm onu meğer, bir daha da arayıp sormadı. Oysa ne derin dostluğumuz Müzeyyen Ablayla eskiden, imrenerek bakardı hep bizi bilen bilmeyen.

Çalışmaya başladığım okulda son senesiydi Müzeyyen Abla’nın. Tayinini istemiş, Allah kısmet ederse eğer Silivri’ye yerleşecekmiş. Kıdemli olunca rehber öğretmenim olmasına onu uygun görmüşler. “Aramıza hoş geldin,” diye sarılırken, çay bardağını tutan elim gibi ısınıverdi sıcaklığıyla yüreğim. Daha görür görmez sevdim; nasıl da samimi, nasıl da içten!  Müzeyyen Abla’yla dostluğumuz işte o gün, tam da böyle başladı. Bir nevi ustamdı benim, ben de onun çırağı. 

Kaç göbek ötesinden İstanbullu olduğuyla övünürdü Müzeyyen Abla, öyle asil olunca soyu, dengini bulması da zor olmuş, bu yüzden hiç evlenmemiş. “İnsanlar çok sığ Ayşe, evlilik onlara göre ezbere bir yöntem; sen sen ol sakın, evlenmiş olmak için evlenme!” derdi.

Değerliydi hayat tecrübesi benim için, her bir nasihatini can kulağıyla dinleyip sağ kulağıma küpe ettim.

Yürümeyi hiç sevmezdi, iki adım yol yürüsek, nefes nefese kalırdı. Her tarafa taksiyle giderdi o yüzden. Israr edecek olurdum arada; “İyi gelir bak, yürüyerek gitsek be abla?”

“Olmaz derdi, “fakir avuntusu onlar hep, yürümek daha sağlıklıysa araba niye icat edilmiş o zaman!” 

Okul merdivenlerinden nefret ederdi, tırabzanlara tutunarak iner-çıkardı. Boğulacak gibi olurdu her seferinde. Üç basamakta bir soluklanır, elini göğsüne götürüp kalp atışını dinlerdi.

“Öldürecek beni bu merdivenler! Sırf bu merdivenler yüzünden tayinimi istedim ben!” diyerek sitem ederdi.

Koluna girip yardım etmek isterdim, niye bu okulun asansörü yok diye başlar sinirleniverirdi yeniden. Gülerdim, her defasında asansör kavgası etmesine. Ben gülünce kızardı, “Ayşe sus! Ayşe sus! Canım burnumda zaten!” telaşlı telaşlı söylenirdi. 

Bütün bedensel ağırlığı diz kapağında birikmiş, dizinden aşağısı incecikti. Neden yürümekte zorlandığını anlayabiliyordum. Onca ağırlığı nasıl taşırdı o bilekler? İçten içe dert edinirdim bunu. En büyük kabusuydu bahçe nöbetleri, in çık günde an az altı sefer, o yüzden kat nöbetlerimi onunkilerle değiştim. Nasıl da sevindi, mutlulukla sarıldı bana, “Teşekkür ederim dostum, teşekkür ederim!” 

Yedi göbek İstanbullu olunca, bizimkilerden yedi kat daha varlıklıydı Müzeyyen Abla’nın ailesi. Bir yazlıkları vardı mesela Silivri’de görmeliydim muhakkak. 

Her tatilde ısrar kıyamet yazlığa davet ederdi beni güzel dostum, gitmek kısmet olmamıştı. Son haftası yoğun geçti okulun, görüşemedik doğru dürüst, “Haftaya Silivri’deyim, muhakkak gel,” dedi. “Seneye de burada değilim zaten, darılırım bak gelmezsen.”

 

“Tamam dedim geleceğim.”

O taraflarda işim vardı, okul çıkışı yanına uğradım. Yalnızdı, bahçeye açılan kapıyı gösterip buyur etti. Bak ne göstereceğim sana diyerek, oturduğu koltuğun kenarına gelişi güzel yığılmış eşyalar arasına daldırdı elini. O karışıklığın içinden telefonunu çıkarıp gösterdi.

İki kişilik Paris bileti fotoğrafıydı gösterdiği, omuz silkerek;

“Baksana, Hayriye Hanım yanlışlıkla yollamış bunu güya bana, külahıma anlatsın; nispet yapmak içim göndermediyse ne olayım.” 

Kıskanmıştı belli ki, öfkeyle aldığı yere fırlattı telefonunu yeniden. Tombala torbasına elini daldırır gibi uzanıp o karmaşıklığın içinden sigara paketini çıkardı bu sefer.

Sigarasını yakıp içmeye başladı. Su aranıyordum, sürahiyi gösterdi;

“Ilımıştır ama o. İçeride dolapta vardı Ayşe, bir zahmet alıp gelsene.”

Kalktım, kedi maması serpilmişti yerlere, basmamaya itina ederek dolaptan su şişesini aldım. Yeniden seslendi Müzeyyen abla;

“Limonata da vardı en alt raftaki şişede, annem çıkmadan evvel yaptıydı, soğuduysa onu da getirsene Ayşe, içeriz.”

Saçım fazla uzamıştı, hava da sıcak olunca, kaşınıyordu yerli yersiz.  Utana sıkıla kaşıdım saçımı arada. Okulda, bit çıkmıştı çocuklarda, bana da mı bulaşmıştı acaba? 

Eve varınca beyaz bir örtü serip saçlarımı taradım. Bit mi var acaba diyerek eni konu yokladım, yoktu bir şey görünürde, rahatladım sonra. Telefonum çalmaya başladı birden. Müzeyyen Abla’ydı arayan, plan netleşmiş, gidiyorlarmış hafta sonu, “Seni de bekliyorum, gel dedi”. Bir planım da yoktu zaten, “Tamam,” dedim; “Geliyorum!” Cuma’ya çıkarız diye konuştuk. Konuştuğumuz gibi o gün okul sapağında buluştuk. Ailesinden başka kız kardeşiyle yeğeni de vardı arabada, “Başka zaman gelseymişim, ablan da varmış, sonra gelirdim ben,” dedim.

“Olur mu hiç öyle şey!” dedi. “Ablam ile yeğenim, çok teessüf ederim.” Çocuğu kucağına alıp bana yer açtı ablası hemen. 

Ferhat Amca kullanıyordu arabayı, annesi önde biz arkada, sessiz yol aldık bir süre. Cereyan rahatsız ediyor deyip camı kapattırdı Meliha Teyze. Sıcaklık bir yandan, sessizlik öte yandan daraldım. Yanlış bir şey yapmaktan itina eden çocuklar gibi Müzeyyen Abla’nın kulağına yaklaşıp ne kadar yolumuz kaldığını sordum.  

“Az kaldı sabret,” dedi.

Meraktaydım, anlata anlata bitiremediği yazlığı görecektim nihayet. Batı’ya doğru gittikçe daha da grileşiyordu sanki bulutlar. 

“Yağmur havası var sanki,” dedim. 

Küçük kız çocuğu burnundan konuşur gibi çıkan bir sesle;

“Yağmayacak demişti babam,” dedi.

“Aman yaz yağmuru değil mi, bir iki damla düşer geçer.” atladı hemen Müzeyyen Abla.

Ana yoldan sola doğru saptık;

“Deniz yolun sağında kalıyor.” diyerek, parmağıyla güneşin kızarmaya başladığı yeri gösterdi Müzeyyen Abla. Gittikçe uzaklaşıyorduk denizden. 

Asfaltı bozulmuş yolda çukurdan çukura gire çıka vardık sonunda yazlığa. Geniş dış kapının demir kilidini açıp içeri girdik. Müzeyyen ablanın anlata öve bitiremediği o cennet bahçesindeydim nihayet! 

Şaşkınlıkla etrafıma baka kaldım. Susuzluktan telef olmuş birkaç ağaçtan başka bir şey gözükmüyordu keza. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak bakınmaya devam ettim.

“Kör olası bahçıvan!” dedi Müzeyyen Abla hışımla, 

“Bir su tutmamış bahçeye, kurumuş gitmiş ne varsa!”

Rutubetten duvarları dökülmeye yüz tutmuştu yazlığın. Boyası solmaya başlayan çelik kapıyı, çantasından çıkardığı anahtarla açıp bizi içeri buyur etti. 

Kapıdan içeri adım atmamla yoğun bir rutubet kokusu doldu genzime. Hemen izaha geçti Müzeyyen Abla;

“Onca zaman kapalı kalınca, eh şaşırmamak gerek.”

Saraydan hallice bir şey bekliyor olunca şaşırıyordum ister istemez.

Mutfakla birleşik geniş bir salon vardı, altta sadece, üstü beyaz çarşaflarla örtülü koltuklar ve eski moda bir televizyon.

“Üst kata çıkalım,” dedi Müzeyyen abla. Daracık merdivenlere yönelip, yukarı kata doğru ilerledik. İki oda vardı üst katta sadece. Ablası ve yeğeniyle aynı odayı paylaşacaktık.

Ah! dedim içimden keşke başka zaman gelseymişim. Bavulumu bana gösterdiği yatağın başucuna bıraktım. 

“Hava nasıl da değişti birden,” dedi, dışarıyı seyretmekte olan ablası. Elini karnına götürerek “Acıktım,” dedi, “Hadi bir şeyler yiyelim.”

Bana baktı Müzeyyen Abla;

“Bir şeyler getirmiştik evden, önce yemek yiyelim istersen.”

“Olur,” dedim, “Yiyelim.” Kapıya yöneldim, koluma girdi inerken;

“Kusura bakmıyorsun demi şekerciğim? Yaşanmayan evin halleri işte, yarın gündüz gözüyle hep bir elden hallederiz işleri, sonra da denize gideriz.”

“Estağfurullah dedim, yabancı mıyım ben, niye kusura bakayım.”

Ertesi gün erken kalkıp, evi temizledik dört koldan. Sonra da güzel bir sofra kurup kahvaltı yaptık. Ferhat Amca plaja bıraktı bizi sonra. Ne kadar ısrar etsem de ayağını suya bile sokmadı Müzeyyen abla. “Ben deniz sevmem,” dedi, Sessizce, şemsiyenin altında konuşlanıp telefonundan film izledi. Yürüyerek dönecektik. Ev uzak olunca haliyle yol boyunca söylendi durdu.

Deniz havası alsa yeterdi. Öteki günse hiç gelmedi. “Plajın yolunu öğrendin işte Ayşe, kendin git gel,” dedi.

Tuzlu suyu bulunca, güneş de tepeden vurunca coştu başımın kaşıntısı. “Güneş yaktığı için olsa gerek,” dedim, aldırmadım kaşıdım. Yanan her bir yerim kaşınıyordu nitekim.

Rahatsız oldum ikinci gece, uyandım durdum kaşınarak.

Öğleye doğruydu, kahve içiyorduk bahçede, gayri ihtiyari elim başımdaydı sürekli. Gazetenin bulmaca köşesini açıp, kalemini aranmaya başladı Müzeyyen abla. Bulamayınca bana bakıp yanımda duran çantasını uzatmamı istedi.

Uzattım. Saçıma dikkat kesildi o an, kaşınıyordum hala,

“Ayşe çok kaşınıyorsun, bitlenmiş olmayasın,” dedi.

Afallayıp kaldım, aklıma da gelmedi değil ama yine de ihtimal vermedim. 

“Yok canım çocukken bitlenmiştim ben, bilirim nasıl bir şey o, saçlarım çok uzun ya terliyor sıcaktan dipleri, o yüzden kaşınıyordur,” dedim.

Kendi bahaneme onu ikna edememiş olmalıyım ki, “Eğil hele, bir de ben bakayım,” dedi.

“Ben iyice bakmıştım ama,” diyerek uzattım Müzeyyen Abla’nın kucağına kafamı. Daha saçlarımı aralar aralamaz, “Aaa bitlenmişsin sen Ayşe!” diyerek üstüne atlayan fareyi fırlatır gibi iteledi kafamı. Yüzünü buruşturdu, iğrenerek silkelendi. Hissetmiştim, ensemden tutup beni çöpe atmak istedi. Hayatındaki en mide bulandırıcı şeye bakar gibi bakıyordu yüzüme, ne diyeceğimi bilemedim. 

“Çocuklardan kapmışımdır okulda Müzeyyen Abla, öğretmenlik hali, hiç gelmemişti daha önce başıma, bilemedim,” dedim. 

Beni teselli edecek cümleler çıkmasını dileyerek baktım ağzından dökülecek kelimelere;

“Eh be Ayşe, madem bitlendin, ne diye misafirliğe gidersin ki?” 

Yer yarılsaydı da içine girseydim. Teselli yerine böyle bir zehir saçılınca sevgili dostumun ağzından kafamı duvara çarpmış gibi inledim. Suçlu hissedip kendimi, savunma ihtiyacı hissettim;

“Bilmiyordum Müzeyyen Abla, bilseydim hiç gelir miydim?”

“İyi de geldiğinden beri kaşınıyorsun be kızım, hiç mi aklına gelmez insanın.” 

Tiksinerek bakıyordu hala bana, dayanamadım, ağlamaya başladım.

“Tamam Ayşe olan olmuş, dert etme, yapacak bir şey yok,” dedi.

‘Allah belanı versin,’ der gibiydi sözleri. Kısa zamanda herkes haberdar olmuştu benim bitli kafamdan. Yangın yerine dönmüştü birden ev. Kafasını kaşıyarak koşan Müzeyyen Abla’nın kucağında alıyordu soluğu. “Ah Ayşe, ah Ayşe! Ne yaptın sen?” diyerek hart hart kafasını kaşıyordu Müzeyyen abla arada. 

Daha fazla aşağılanmaya maruz kalmadan, ayrılmalıydım hemen oradan. Yedi göbek İstanbullu aileden biri de çıkıp, kalmam için ısrar etmedi. Hazırladım çantamı, “Vakit geç oldu, yarın çık yola istersen,” demelerine aldırmadan çıktım hemen o evden.

Hayvan katliamına hazırdım, döner dönmez ilaç alıp bitlerimi zehirledim. Önüme beyaz bir tülbent açıp, saçlarımı taradım. Dökülen bitleri gördükçe gözlerime inanamadım, hatırı sayılır bir ordu kurmuştu, adi bitler tepemde. Kendimi suçlu hissedip Müzeyyen Abla’yı ertesi gün aradım. Tekrar özür diledim. Müzeyyen Abla elden bırakmadı ketumluğunu, sitemliydi hala sesi, “Valla dünden beri ev temizliyoruz, babam hariç hepimiz bitlenmişiz,”

dedi. O son konuşmamız oldu Müzeyyen Abla’yla. Birkaç defa daha arayacak olduysam da açmadı telefonlarımı, geri dönüp de aramadı. Eylülde okullar açılınca gördüm onu. Evraklarını almaya gelmiş dediler. Konuşmadı, beni görünce kafasını çevirip uzaklaştı. 

Anladım, darıldı Müzeyyen Abla bana, acı olsa da öğrendim, başımdaki bit kadarmış dostluğumuz…

 

 

Doğru ve yanlışın ötesinde bir yer var seninle orada buluşacağız!

“Yanlış ve doğruların ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağız.”

“Beyond of all wrongs and rights there is a field. I’ll meet you there.”

Brett Pit koluna dövme yaptırmış Mevlana’nın bu sözünü.

Ne demek istemişti Mevlana peki yanlış ve doğrunun ötesindeki yer deyişiyle?

“Doğru ya da yanlış diye bir şey yoktur!” Bu muydu anlatmaya çalıştığı şey bize?

 Doğru ve yanlış görecelidir kimine göre doğru olan ötekine göre yanlış olabilir, doğru ve yanlış kavramları yere zamana kişiye göre değişkenlik gösterir. Türk kültüründe doğru kabul gören başka bir kültürde yanlış sayılabilir. Mesela eskiden çocuk yetiştirmeyle ilgili doğru kabul edilen bir sürü kavram günümüzde yanlış bulunuyor. Veya “Süt içmek sağlıklıdır veya değildir.”  Vegan birine göre et yemek yanlış bir davranıştır, yiyen birine göre ise kesinlikle doğru, olması gereken, gerekliliktir hatta. Çin’de köpek eti yemek doğrudur, başka kültürlerde ise yanlış.  Doğru- yanlış görecelidir kültüre, zamana, mekana, kişiye göre değişebilir. O yüzden diyebiliriz ki doğru- yanlış kavramları dünyevidir, fanidir, bu yalan dünyaya ait kavramlardır. Doğru ve yanlışın ötesinde olan yer ise sonsuzluktur oraya varınca doğru ve yanlışların bir ehemmiyeti kalmaz, orası hiçbir şeyi sorgulama ihtiyacı hissetmeyeceğimiz, kimsenin kimseyi yargılamadığı, hoş görüyle kucakladığı yerdir, aşktır, Nirvanadır. Bir kelamla aşk bahçesi de denebilir.

 “Doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yer var, seninle orada buluşacağız.”

 #mevlana #rumi #tasavvuf #sufism #mesnevi #mavlanasözleri #rumiqoute #rumipoem #doğruveyanlışınötesindebiryervar #doğru ve yanlışın ötesinde bir yer var seninle orada buluşacağız ne anlama geliyor? #doğru ve yanlışın ötesinde bir yer mevlana

HEPSİ SENİN YÜZÜNDEN

Hava soğuk, ellerim donuyor,
İçim dışım buz tutmuş,
Kalorifer peteğine dayadım üşüdükçe sırtımı,
Tesir etmiyor, kesmiyor titrememi sıcaklığı.

hepsi senin yüzünden

Hepsi senin yüzünden

Senin yokluğun,
buzdan bir heykele döndürdü ruhumu, üşüyorum, üşüyorum…

Nisa Dede

Londra 2018